SON DAKİKA
Sertif PARLAK

Görevi Ehline Vermek (2)

Görevi Ehline Vermek (2)
A- A+

YÜCE Allah insanı sorumluluk üstlenmeye uygun yani ehliyet sahibi olarak yarattığını şu şekilde bildirir: “Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sülbünden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” (Araf, 172)

Allah katında sorumluluk için ehliyet şarttır. Böylece insanın ameli, Allah’a karşı sorumluluğunun bir neticesi olarak hesaba tâbi olacaktır: “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.” (İsra, 13)

Kullukta olduğu gibi insanın toplumdaki sorumlulukları da ehliyet kavramı çerçevesinde değerlendirilir. Yasalar karşısındaki mesuliyeti açısından pozisyonunu ehliyet belirler, belirlemelidir. Allah Elçisi’nin tebliğ ettiği din, kulun davranışlarının hem dünyada karşılığının olacağını, hem de ahirette hesaplarının verileceği prensibi çerçevesinde bir ahlâk sistemi oluşturmuştur.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Nisa, 58)

Bu emrin en güzel uygulamalarını şüphesiz Allah Elçisi yerine getirmiş, O’nun Ashabı da buna riayet etmeye çalışmıştır. Bilhassa atamalarda bu hususa önem gösterilmiştir.

Ehliyetin ortaya çıkmasını sağlayan prensiplerden biri meşverettir. Bu sebeple Hazreti Peygamber imkâna göre bazen dar, çoğu zaman da geniş çerçeveli meşveret toplantıları yapardı. Bu sünnet kendisinden sonra Ashabı tarafından da ciddiyetle uygulanmıştır. Meselâ Hazreti Ebubekir (ra) Halife olduğunda, icraatlarında daima Allah’ın Kitabını ve Allah Elçisi’nin faaliyetlerini ölçü alacağını şu veciz konuşmasıyla ifade etmiştir:

Ey insanlar! Sizin en faziletliniz olmadığım hâlde idare işinizi üzerime aldım. Bildiğiniz gibi Kur’ân nazil olmuş, Peygamber de sünnetlerini ortaya koymuştur. O Kur’ân ve sünneti bize öğretti, biz de öğrendik. Biliniz ki, en büyük akıllılık takvadır. En büyük ahmaklık ise doğru yoldan çıkıp günah işlemektir. Gasp edilen hakkını alıp kendisine teslim edinceye kadar zayıf olan kimse, benim nazarımda en güçlünüzdür. Gasp ettiği hakkı kendisinden alıncaya kadar güçlü olan kimse, benim nazarımda en zayıfınızdır.

Ey insanlar! Ben sadece kendinden önceki bir rehbere tâbi olan biriyim, yoksa yeni bir şey icat eden biri değilim. Şayet bu idare işini güzel yaparsam bana yardım edin. Yok, eğer doğru yoldan saparsam beni doğrultun.”

Bütün bu ölçüler vazedilmişken, “Bir devleti veya kurumu idare etmek için müminin yapacağı görevi nedir?” sualine cevap verelim. Aksi takdirde, “Bana ne, ben mi sorumluyum, ben olmasam dünya mı yıkılır?” gibi bahanelere sığınmak, akîl âdemin işi değildir.

Bu zamanda siyasetle dine ve millete hizmet edebileceğimize kani olursak -ki şartlar buna işaret ediyor- ve bu husus bilinse ve böyle bir anlayış içerisinde olabilsek, siyasete girmenin bir sakıncası olmaz. Siyaset yapanları kınamamak lâzım. Bir işin kendisinin haram olması ayrıdır, onu haram için kullanmak ayrıdır. Bilgisayar, televizyon gibi aletlerin kendisi birer alettir ve bunların haram olması söz konusu olamaz. Ancak siz insanlara İslâm’ı anlatan bir kurumda çalışabilir ve bu aletleri hayırda kullanırsınız. Ancak aynı aletleri insanları yoldan çıkaran bir kurumda kullanmak haramdır. Bunun gibi, siyaset bir vasıtadır ve bu vasıtanın kendisi değil, nerede ve nasıl kullanıldığı önemlidir; metodu ve istikameti farklı tezahür edebilir.

Siyasete girmenin bazı fayda ve mahsurları ile beraber bir kısım şartları vardır. Günümüz şartlarına göre zor görünse de bunları sıralamaya çalışalım:

1. Dine ve millete hizmet gayesi ön plânda olmalıdır.

2. Her ne pahasına olursa olsun, yalana tenezzül edilmemelidir.

3. Bir cemaat veya ülkü namına çıkmışken (sıkça rastlanan husus) daha sonra kendi cemaati, gönüldaşı ile kötü olmamaya gayret etmelidir. Yani cemaat namına değil, kendi namına bir fert olarak girilmelidir. Onu sevenler de ona taraftar olmalıdır ki bu husus, arzu edilendir. Yoksa “Madem bu cemaate veya tarikata, meşrebe mensubum, öyleyse herkes bana oy vermek zorunda” dese, o zaman tatsızlığa meydan verilecektir. Bu gibi şeylere tenezzül edilmemelidir.

4. Daima haklının yanında bulunulmalıdır.

5. Başka partiye mensup olan insanlar hakkında gıybet ve tenkit veya iftira etmemelidir. Bu ve İslâm’ın emrettiği veya yasakladığı diğer hükümleri, tatbikatı uygulayabileceğiniz bir ortam sağlandığı kanaatini taşıyorsanız -ki bu nazarîdir- siyasete girilmeli, millete ve vatana faydalı olunmalıdır. Bu dahi bir ibadettir. Fakat ubudiyetinizin ciddî aksamasına vesile olacak ve günahlara rahatlıkla girilebilecek bir ortamda hizmet edilmeye çalışılacaksa, bunun ciddî bir şekilde düşünülmeye ihtiyacı vardır.

Kehf Sure-i Celilesi ikaz ediyor; insanlar, davranışlarında daima bir amaç gözetip ona göre çaba harcarlar. Meselâ kişinin hedefi Allah’ın rızasını ve ahireti kazanmak ise bu hedefe ulaşmak için çaba gösterir ve ona göre çalışır. Eğer kişi yüce değerlerle ilgilenmeyip sadece dünyevî menfaat elde etmek istiyorsa gayretini de o yönde sarf eder. Allah’a ortak koşanlar, tanrılarının kendilerini Allah’a yaklaştıracağını ve Allah katında küfür sayılan bu davranışlarının Allah’a itaat olduğunu sanmaktadırlar. Oysa Allah, Kendisine ortak koşanların amellerinin hiçbir değeri olmadığını bildirmiştir. Bu sebeple dünyada yapıp ettikleri boşa gitmiştir. Ahirette kendilerine Allah tarafından hiçbir değer verilmeyecektir.

Vesselâm…

Yorum yazın

Yorum yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.

Sertif PARLAK yazıları

Çok okunanlar